Bir adam var düş'üm de...
Dudakları dudaklarıma düş'en, dudakları dudaklarımdan düş'en...
Çok değil...
Zamanın bir kaç adım ötesinde, dudakların dudak izlerim de, terin avuç içlerimdeyken; ben unutuyorum. Ve atıyorum zamanı kaybı olmayan anlara, anılara, anısı kalanlara. Çekip gidiyorum kilometresi bizi boğacak umutlara. Umudu kalmamış topraklara...
Umudu yok, yarını hiç...
Sevdası zor, sevdası hiç!
Hiç edilmiş umutlarımdan yola çıkıyorum. Aynı duraklar, farkı tren garları, aynı olmadığını iddia eden istasyon anıları...
Bir veda sahnesi...
Bir ayrılık hikayesi...
Kandırılmış insanlar, kandırılmaya yüz tutmuş kadınlar...
Adamlar...
Adam olmaya çalışırken, insan olmayı unutanlar...
Bir ana, bir baba, iki evlat...
Bir aşık, bir sevda, bin umut...
Ne varsa ardımda bırakıp atım atıyorum ilk basamaktan son basamağa. Düş'ürüyor beni bu kaygan yollar. Bu yalancı umutlar. Bu hiçten hiçe, hiç olmalar...
Kandırıyor beni yollar. Mimoza çiçekleri. Ve saydam görünüşlü somut insanlar.
Kandırıyor beni an'ılar...
Şimdi bahardan kalma kış olmaya yüz tutmuş umutlarımla, son bir kez açarken toprağın altından sana; sen, ben olmayı unuttun çoktan!
Kızamam. Kırılamam sana...
Dönüp bakamam da ardıma...
Son adımı atmışken son basamağa; İstanbul buradan öyle hoş, öyle mayhoş ki, garipsenecek bir şey yok bunda.
Ben yine aynı ben.
Sen yine aynı sen.
İstanbul yine 'ayrı' İstanbul...

0 yorum:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.