20 Mayıs 2011

Ölümümü Biliyorum...

Hala soğuk ellerim...
Hala alabildiğine titrek...
Hala sancılı gecen kış, gelen bahar, biten aşk...

Hani bir uzatsan ellerini, hani bir dokunsan ta şurama nasıl yandığımı anlardın. Kaç gece sana uyanıp en tatlı yerinden uykuların, nasıl hıçkırıklara boguldugumu, nasıl kin kustuğumu gecen saatlere, sensizliğe, sevgisizliğe! Nasıl kin kustuğumu anlardin yoklugunla devsiren bedenime...
"Oysa ki sen, dudaklarımın yere doğru düşüşünü fark eden ilk adamdın..."

Hic sevişmedik biz seninle. Senle ben hic olamadık. Oturup saatlerce hic konuşamadık örnegin. Delice kahkahalar hic mı hic atamadık. "Bir İstiklal cogunluguyduk nitekim." Bir türlü boşalanlari dolduramadık. Kimi aradık bunca zaman? Kimi aradık da böylesi, bulamadık? Kime actık yüreğimizi biz birbirimizden habersiz? Kimlere yandık...
Çoğaldım Sevgili'm yokluğunda. Daha da çoğaldı sancılarım, acılarım, acı sandıklarım. Ne çok şey varmış meger kendimi avuttugum. Avuttugum bunca zaman ne çok şey varmış...
Bir de sen varmışsın içimde bir yerler de, üstünü örttüğüm...
Bugün anladım...
Aylar olmuş gitmeyeli İstiklal'e...
Aylar olmuş çekmeyeli icime dolaştığın yerleri. Ne çok ozlemisim meğer. Ne çok ozlemisim gözlerinin baktığı yerleri görmeyi. Adım attığın kaldırımlardan geçmeyi, sevmeyi sokak kedilerini, iki kadeh rakıdan sonra dünyayla sevismeyi...
Ne çok olmuş Sevgili'm meğer, ne çok olmuş ben seni özleyeli...

Bugün aylardan hala kara kış...
Bugün aylardan sensiz bir bahar...
Bugün aylardan hala soğuk ellerim...
Bugün aylardan sen Sevgili'm...

Kim bilir şimdi hangi kadehin dibini görüyor dudakların? Kim bilir kaç kadının izi var avuç içlerinde? Kim bilir kaç umut eskittin o hüzünlü gözlerinde?
Kim bilir...
Kim, bilir Sevgili'm...
Kim bilir...

19 Mayıs 2011

Aşkın İhlal Hali...

Sana var mısın diye sorabileceğim bir oyun değil bu. Alacalı, bulacalı renklerle bezediğim bir dünya hiç değil! Gelmek istediğin yollar, yüreğine serilmiş umutlarla da dolu değil. Hiç değil! Hiç kimse değil!
Tanıdığın suretlerle kandıramam seni...
Olmak istemediğim biri olamam örneğin. Örneğin saçlarımı kızıla boyayamam. Sevemem sırf sen istiyorsun diye zakkumları. Boşveremem, yüzümü çeviremem geçmişime! Bir bok olmasada. Saçma sapan aşk oyunları, aşk sandıklarımız, yandıklarımız...
Ama hiç birine veda edemem...
Dönüp sırtımı gidemem sırf sen istiyorsun diye. İstiyorsun diye sen olamam. Senin olamam. Seninle olamam. Kandırmayalım hadi birbirimizi. Adım attığımız kaldırımlar bu denli farklıyken ve farklıyken atılan adımlar, hiç bir ortak noktası yok bu tutkunun! Elimiz yanar, dilimiz yanar, içimiz yanar...
Hadi kandırmayalım birbirimizi!
Deli gibi yanarken yürek, bu aşkın ihlal hali. Dönüşü yok! Kandırmayalım kimseleri...

...

Tutunamadığım dallarım var benim. Elimi bıraktığım da düşeceğimi bildiğim topraklarım. Adım atmak zorunda olduğum anılarım var; içimi yakan... Yıkıp geçen koskoca bir geçmişim var. Aşklarım var, tek düze, sıradan... Sıradan umutlarım var. Umutlarım var içimi sarıp sarmalayan,
İçimi sarıp sarmalayan tutkularım var...

Bir de sen varsın el bildiğim alemin tam orta yerinde duran!
Ne bana yakın, ne ele uzak...

5 Mayıs 2011

Jeux D'enfants


İzlemekten sıkılmayacağım tek film! 

" Bazı aşkların önüne Tanrı bile geçmez "

Ben en çok kendimi özledim...

Bilemezsiniz nasıl bir keyif aldığımı uyanır uyanmaz içtiğim kahveden. Bilemezsiniz ne hayaller kurarım bir 45'lik dinlerken. Akşam olup, hava kararınca adada, eve dönmek için bindiğim vapurun neden en kıçına oturduğumu bilemezsiniz örneğin. Neden hep martılara simit attığımı, neden sokakta bulduğum her kediyi evime topladığımı, babamla ettiğim kavgalarımı, neden en çok dedemi özlediğimi bilemezsiniz. Geceleri kan ter içinde uyanıp, yatağımı, yorganımı toplayıp neden annemin yanına gittiğimi bilemezsiniz. Üstü açılır diye kardeşimin bir gece ansızın yatağımdan fırlayıp onun üstünü neden örtüğümü, neden en çok odamın önündeki sarı ışıklı sokak lambasını sevdiğimi, balık sevmediğim halde neden en çok rakı balık sofralarını sevdiğimi, sarhoş olmadığım halde iki kadehten sonra attığım kahkaların anlamını, aslında ne çok şeyde anlam aradığımı bilemezsiniz örneğin...
Neden en çok İstiklal Caddesini sevdiğimi, sevdiğim ne çok şeyi orada kaybettiğimi bilemezsiniz. Neden hep aynı kafeye gittiğimi, neden hep bir kahve içerken gözümün daldığını, neden mutsuz olduğumu bilemezsiniz örneğin. Mutlu olduğum zamanları anlayabilirsiniz ama. Ama neden mutluyum bilemezsiniz. Ne çok insan sevdiğimi, yalnız iki kere aşık olduğumu bilemezsiniz örneğin. Nasıl ağladığımı, gözyaşlarımı nasıl sakladığımı bilemezsiniz. Kaç gece oturup yatağın en uç noktasına, kağıda kaleme küstüğümü bilemezsiniz. Onlarda bilmediler zaten. Bilemediler...
Yoo! Hayır! Kimseyi suçlamıyorum. Hiç dillendirmedim çünkü ben aşkımı sevgimi. Çoğu zaman bir sesi sevdim, çoğu zaman tatlı bir gülüşü. Daha fazlasını istemedim ki. Daha fazlasını sırtlayacak gücüm yoktu ki. Yetipte artıyordu bana böylesi mutluluklar, bakışlar, anlamlı anlamsız tavırlar...
Bilemediler...
Onlar hep sırtlayıp bütün sevgilerini öyle geldiler! Korktuğumu göremediler. Göremediler boğulduğumu kavgaların içinde, yorulduğumu göremediler!
Kördüler!
Bilemediler...
Sizde bilemezsiniz örneğin şimdi içimde kopan fırtınaları, yanlış limana sığınma korkusuyla neden denizin tam orta yerinde çapa attığımı, neden sürüklenmekten korkuğumu bilemezsiniz. Ne çok şeyi bilemezsiniz aslında,
Kimsiniz?
Kim değilsiniz?
Kimi neden seveceksiniz?

...

Ben de bilemedim zaten,
O'da bilemedi...

2 Mayıs 2011

Bir aşk ölürken...

"Hiç bir kelime oyunu yapmadan, ip üstünde cambaz gibi koşmadan sadece ayağa kalkıyorum. Altında farklı bir anlam arama, bir daha asla seni seviyor olmayacağım..."

Ne güzel söylemiş yazan. Ne de güzel anlatmış iki satırlık kelimelerle işin özünü. 'İp üstünde koşmadan sadece ayağa kalkıyorum, altında farklı bir anlam arama, bir daha asla seni seviyor olmayacağım' diye. Böyle değil midir sahiden? Bin bir takla atıp, bin bir kelime oyunu yaparken aşk uğruna, bir de bakmışız ki hiç bir anlamı yoktur sevilen için. Ya sonra? Sonra mı ne olur? Sonrasında da hiç bir şey olmaz inanın. Sevmeye niyeti yoksa bir insanın zorla sevdiremezsiniz kendinizi. İnanın hiç bir önemi yoktur dediklerinizin, söylediklerinizin, söylemek istediklerinizin... 

Çünkü O, hayatını doldurmuştur bir kere kendine ait şeylerle. Sizin sevginize ihtiyacı yoktur. Yoktur işte! Siz sevmişsiniz, sevmemişsiniz kimin umurunda? Mevsim bahar olmuş siz buz tutmuşsunuz, susmuşsunuz çoğu zaman, çoğu zaman boğulmuşsunuz suskunluğunuzda, kime ne! Ona ne! Sanane! Banane! Yoktur işte anlamı! Yoktur! Bilirim zordur kabullenmek, zordur yeniden, yeni baştan başlamak. En başa sarmak olanı biteni, gideni geleni, herşeyi, herkesi!
Bilirim zordur kabullenmek bir aşk ölürken; ölümün gerçeğini...

Şimdi ben buz tuttum Sevgili...
Ayazına çarpa çarpa soğukluğunun bir yanım sağır şimdi. Ellerim mühürlü, mühürlü dilim damağım. Kurudu yokluğunda sahiplendiğim umutlar.
Şimdi gündüzler öksüz, geceler yetim...
Şimdi sensizlik sessiz, dili dudağı yok sevgilerin.
Tadı bozulmuş bir yanı saydam anıların.
Hala taze, hala alabildiğine senken İstanbul, kolu kanadı kırılmış martıların!
Hani dönsen diyorum, hani başımı çevirdiğimde karşıma çıksan şu kaldırımdan.
Hani dili olsa da bir konuşsa yokluğunda geçen günler.
Hani bir bir anlatsa sana sensizliği...
Sessizliği...
Kimsesizliği...
Hani bir anlatabilsem başı boş deliliğimi! Çok değildi hani, çok değildi istediğim el sürmeye korktuğum gözlerinden, bin bir bahara salan sözlerinden, içine sakladığın kalbine gömdüğün gerçeklerinden, senden, benden... Çok değildi inan istediğim bizden!
Korkmuş muyduk sahi? Yenilmiş miydik kendimize? Ne zaman biz olmaktan çıkmıştı bu duygu?
Ne zaman kaybetmiştik birbirimizi...

Şimdi sen, bensiz yaşarken yeni günlerini; dünlerin emaneti var bize Sevgili!
Sen, sen olmayı unutma sakın!
Ben olabilmeyi çoktan unutmuşsun besbelli...


Bende 36 beden bir kadın olabilirdim, eğer 42 beden aklım olmasaydı...

Beden dilinin akıl ve ahlaktan daha fazla prim yaptığı bir ülkede, 42 beden koca götünle top koşturamazsın akıllı kadın. Zira aklın var mı, yok mu diye kimseler merak etmeyecektir. İnce bir belin, düzgün bacakların ve bir de üstüne beden dilin varsa senden iyisi yoktur. Beden dilinden kastımı tüm akıllı kadınlar anlamıştır zaten. Yine de açıklama yapma zorunluluğu hissediyorum kendimde:
1- Adamı baştan çıkarma
2- Baştan çıkardığın adamı yoldan çıkarma
3- Yoldan çıkardığın adamı tekrar yola sokma

Zira bu ücüncüsünü başarabilmek için diğer ikisini başarmış olman yetmeyecektir. İşte bu konuda 42 beden koca aklın devreye girecektir. Tabii ki varsa. E hadi ücüncüsünü de başardın diyelim? Sonra ne olacak? Sende çocuk doğurup çatlaklarla uğraşmayacak mısın be kadın! Senin de bacaklarını selülitler sarmayacak mı? Sende yemek yapmayacak mısın? Kime bu havan? Kime bu çakan! Kimi kandırıyor doksan, atmış, doksan tadında bir kadın olman? 
Yoo! Hayır! Kıskançlık belirtileri sarmasın aklınızı. Benim derdim herşeyi ama herşeyi ince belleriyle halledebileceğini sanan kadınlarla. Sene olmuş 2o11 ve uzay çağını yaşarken, bende bilirim estetik aletleri altına yatıp belimi inceltmesini de, sonra ne olacak? Ben ki aklıyla övünen kadın! Böylesi bir aptallık yaptığımı nasıl kabulleneceğim? Hani akıl herşeyden üstündü? Hani sadece aklıma aşık olabilecek bir adam elbet karşıma çıkacaktı? Hani kaşımın gözümün hiç bir anlamı olmadan, beni sadece ben olduğum için sevebilecek bir adam elbet ama elbet olacaktı. Ne giymişim, ne yapmışım, neden bugün kaşlarımı almamışım! Bunların hiç birini kendine dert etmeyen bir adam olacaktı elbet...
Ama bu demek değildir ki saldım çayıra mevlam kayıra tadında yaşa, götü, göbeği büyüt sonra hanimiş benim aklım, hanimiş benim aklım de! Yok canım o kadar da değil. O kadar da abartmaya gerek yok bu akıl işini. Sadece unutmadan yaşamalı hayatı. Devede de boy var ama eşeğin arkasından gidiyor misali. Hah işte bunun bilincindeyseniz okuduklarınızı unutun! Yok değilseniz sabahları kahvaltıdan sonra, akşamları yemekten önce tekrar tekrar, düzenli olarak okuyunuz. 
Zira hepimizin gideceği yer aynı, göreceği selam sabah farklı...
Çok, çok öperim

29 Nisan 2011

Arabasına piknik tüpü bağlayan adam...

Malumunuz bir kaç gün önce bütün gazetelerde okuduk bu haberi. Adamın biri otomobiline piknik tüpü bağlıyor, ee tabii doğal olarak araba hareket etmeye başlayınca tüp patlıyor. Son anda yetişen bir kaç kisi sayesinde adamı yanmaktan kurtarıyorlar vs vs...

Lakin o da bir şey mi demek istiyorum. Çok değil hani bir kaç zaman oncesine kadar bir odunu adam etmeye çalıştım ben! Evet! Bir kadın olarak yaptım bunu. Zaten bir kadın olarak hangimiz hayatımızın büyük bir bölümünü Gepetto olarak yasamiyoruz ki? Sürekli bir koşturma, sürekli birilerini adam etme cabası, yok cocuk doğur, yok onu emzir, yok evi topla, yemek yap, kocana güzel gözük, aman gözü dışarı kaymasın diye didin dur! Vah benim anam vah...
İlişkilerimizi The Notebook tadında yasasak ne güzel olurdu yahu. Tamam orada ki adamda da vardı biraz odunluk amma gel gor ki askı için yıllarca savaştı. Sonra ne oldu? Hoop mutlu son! Bir kadının da istediği bu değil mıdır zaten? Birazcık savaş... Tabiki bizim erkeklerimiz bu olayı abartip iliskiyi hergün kavga, hergün bı çeşit testere gerilimi boyutunda yaşıyor. Ne yapıyorsun! Neredesin! Telini niye açmıyorsun! Sıciyorum be adam! Sanane!
Tamam canım inkar etmiyorum hepimiz bu ilgiden hoşlanıyoruz. Lakin bana sorarsanız beni deliğimden çıkaracak tek şey tatlı dildir. Nefes almama bile imkan vermeye bilir bir adam, lakin soru sormasını öğrenecek önce. Önce aynı dili konuşacağız ki, bokunu çıkarmadan yaşayabilelim askı.

Aşk?
Off! Konu buraya gelmesin diye saatlerdir kiviriyorum üstelik. Üstelik uzun zamandır kendimden kaçıyorum. İmkanı olamayan bir sevdayı sahiplenen herkes gibi...
Eğer ki güçlü gözüküyorsanız, eğer ki ayaklarınızın yere sağlam bastığını görüyorsa bir adam ve hele ki arkanıza bakmadan gidebileceginizi anladıysa hadi gecmis olsun! O aşktan bir bok olmaz. Lakin adam sana gelmez. Gelmez yani kural bu. Aptalı oynayacaksin, oynayacaksin ki adam önce saf sanacak seni usul usul yaklaşacak, iplerin kendi elinde olduğunu düşünüp hoop kendini sana bırakacak. Zafer senin akıllı kadın! Çıkar tadını.
Ee tabii iş bana gelince öyle olmuyor. Allah sabırdan yoksun yaratmış beni. Dan dun yaratmış. Dilimin kemiği olmadan yaratmış. İçindekilerini tutamayan biri olarak yaratmış. Alicengiz oyunlarına kafası basmayan biri olarak yaratmış.
Ahh be Allah'ım bu kadar EQ vereceğine, azıcık ta IQ vereydin yaa!

Neyse vesselam zorda olsa, kolayda olsa bir odundan kendinize kocaman bir orman yaratamayacagınızı öğrenmiş bulunmaktayım...

Saygılar, sevgiler ve daha bissürü...

Kadın doğar; bütün aşklar ölür...

Her kadın sevişir...
Kimi aşkla, kimi açlıkla...
Ama mutlaka sevişir.
Her kadın doğar...
Kimi doğarken ölür, kimi ölürken yaşar.

Ama mutlaka ölür. Ölümü tadar amaçsız, anlamsız bir adamın kolların da. Daha da ölür. Ölümü sever kadın. Ölüm de onu. Hatta erkekten daha fazla sever. Bu yüzden kadın hep ölür. Ölürken de yaşar. Yeni bir kimlik yaratma çabasına girer. Yine ölür. Yine doğar. Ama mutlaka doğar. Arınır önce teninin kokusundan. Sıcak bir duş alır. Kadınlar soğuk duş sevmez!

Sonra adım atar döndüğü kaldırımlara. Yanlışlar yapar. Sonra nefreti tadar. O adamdan nefret eder. Hatta bütün adamlardan! Sonra yine sevişir. Bu sefer açlıkla...


Açıkta kalır kadın..
Kolu açıkta kalır üşür.
Yüreği açıkta kalır üşür.
Başı açıkta kalır üşür.

Üşür kadın ölürken, ölürken; tüm ölümlülerden fazla üşür!

Bir sigara yakar kadın. Bütün adamları yakar. Bütün anıları. Bir şişe şarap açar kadın. Bütün erkeklerden daha iyi içer. Daha iyi sarhoş olur. Daha iyi sarhoş numarası yapar.

Anlar kadın yazılanları. Elinin tersiyle iter sigara paketini. Bütün adamları iter!
Bu kez sevişmez kadın.
Bu kez anlamaz.
Bu kez anlamaya çalışmaz bütün olanları, adamları, kadınları.

Bu kez kadın doğar; bütün aşklar ölür...

28 Nisan 2011

Malumunuz Seviyoruz...

Seviyoruz kardesim! Hemde öyle bir seviyoruz ki, bir kadeh votkadan sonra asık bile oluyoruz. Vallaha bak! Sonrası malum arkadasım hoop gümm yatak odası. Çat pat sevişmeler. Pat küt ayrılıklar. Ne bekliyorsun ki? Ertesi gün aranmayı mı? Sabah uyandığında uyuyacak bir gece daha mı olmasını? Haa olur. Olmamı hatta! İyisindir, guzelsindir, one night standssindir senden iyisi yoktur. Ammaa safsındir, hatta o kadar safsındır ki hiç görmediğin bir adamı yahut bir kadını deli gibi düşünüyorsundur. Aptalsındır! Kolaysındır! Senin gibiler çoktur!
Siktirip gidebilirsin şimdi...
Bir sese aşık olmak, bir fotoğrafta kimsenin göremediğini görüp hayaller kurmak senin neyine? Verrr gitsinn!
Ortalık ruhunu kaybetmiş insan lesleriyle dolu. 
Neyse vesselam malumunuz seviyoruz. Parayı seviyoruz, gücü seviyoruz, Ferrari'yi, porsu hele ooooo! Aa pardon Porsche miydi o? Yada beni mı kandırıyor yazım kılavuzum? Ama tabii en lesine bile sorsan mühim olan kalp guzelligidir. Öyledir öyle. Kalbi temiz olsun yeterrr! Evi olmasın, arabası olmasın çalışır yaparız zaten. Hoppalaa! Şimdi de olay tek gecelik iliskiden evliliğe gecti. Geçmez mı ayipsin? Çünkü onlar MASUMDUR, sensindir şeytan olan! Çünkü sen ne yaptın! Hayal kurdun aptal! Ellerinin titreyip, yanaklarının kizardigini kimseler görmesin diye yokmuscasina davrandın. Çünkü ne yaptın? Aptalsin ve aptallik yaptın. Cek bakalım cezasını!

Öyle iste dostum...
Bazen herseyin geçeceğini bile bile sanki hiç geçmeyecekmiş gibi yasiyoruz ya. Bazen kalbimize inanıp yanlış yerlerde doğru sevgileri aramaya calisiyoruz ya. Hani öyle aptal, hani öyle çaresiz oluyoruz ya, geçecek dostum!
Geçecek...

27 Nisan 2011

Masumiyet...

Hiç bir zaman o masum kızlardan olamadım ben. Tatlı dilli, güler yüzlü, sevimli...
Hangi katagoriye girdiğimi de hiç bir zaman sorgulamadım. 
Deli? Zırdeli?
Ne isem o olmaya çalıştım bunca zaman. Bağırmak istediğimde bağırdım, ağlamak istediğimde ağladım, gülmek istediğimde delice... Hiç bir zaman olanı, biteni sorgulamadım. Bu yüzden isyanda etmedim. Tek düzede yaşamadım hiç bir zaman. Hiç bir zaman ikili de!
Ne isem; oydum...

Bir tek içimdekileri dökemedim kimselerin yüzüne. Sevdim! Çok sevdim! Delice, özgürce, çocukça. Ağlaya, ağlaya sevdim çoğu zaman. Kanaya, kanaya avuçlarım!
Belli etmedim...
Gaddardım çoğu zaman, çoğu zaman vurdumduymaz. Çekip gittim hep bir kalemde! Bir kalemde sildim olanı, biteni, yaşanılanı, aşkı, sevgiyi!
Banamısın demedim...
Ağladım çoğu zaman, çoğu zaman öldüm bile
Ölümü gördüm, gömdüm kendi içime...

...
Annem hep derdi ki 'Çok konuşan insandan korkma kızım!'. Ahh be anneciğim ben çok konuştum da ne oldu diyesim geliyor...

...

Şimdi dün olmaya yüz tutmuş acılarımla kimselere belli etmeden, belli etmeden olanı biteni, yaşamaya çalışırken sanırım yosun tutuyor çakıl taşlarım. Öyle kabukta bağlamıyor yaralarım, kanamıyorda. Aramıyor da artık masumiyeti. 
Şimdilerde masumiyet; dünyanın çivisi çıkmış hali...



26 Nisan 2011

Bebelere Balon...

Ne zaman bahar gelse çocukluğumun meyve bahçelerine gider ruhum. Özene bezene bakardı dedem. Tek bir dalı kırmadan, incitmeden üzüm asmalarını, dökmeden yerlere sardunyaları elleriyle toplardı. Özene bezene yeni bir dünya kurardı ufacık bahçesinde...
Ben top koştururdum. Hiç unutmam kırmızı bir salıncağım vardı, iki agaç arasına asılmış.
Şimdiler de iki ağaç arasına asılmış bir de ruhum...
Ne çok ağlamıştım, ne çok istemiştim atılmamasını. Ne çok istemiştim çocukluğumdan bir şeylerin kalmasını.
Sonra kış oldu, budandı ağaçlar, gitti dedem...

Yalnız kalmanın ne demek olduğunu ilk o zaman anlamıştım. Yeşil çarşaflara sarılmış dağ gibi bir çınar, benimse daha 7 yaşında titrek bedenim. Sonra annemi gördüm bir hastanenin bilmem kaçıncı ölüm basamağında. Sıkıca sarıldı,
Belki bir daha, hiç bir zaman öyle sarılmayacaktı...

O sarıldı, dedem çarşaflara sarıldı, sarıldı bütün dünya bir anda, ben sarıldım...

Kapanıp dizlerimin üstüne, sanki büyümüşte küçülmüşsesine bütün dünya; bütün bir dünyaya sarıldım! 

Sevmeyi o zaman öğrendim işte. Sorgusuz, sualsiz sevmeyi, hiç bir karşılık beklemeden sevebilmeyi... 
Ne çok şeyi sevdim ben...
Ne çok insan, ne çok arkadaş, ne çok şey
Ne çok şeyi kaybettim
Ne çok arkadaş, ne çok insan, ne çok şey...
Ne çok şey alıp götürdü zaman.

En zoruda insanın içindekilerini dökebilmesiymiş kağıda. Olduğu gibi anlatmak acılarını. Oysa ne zormuş ağlamak, ne zormuş bir daha öylesi, ölesiye ağlamak!
Şimdi de ağlıyorum...

Tek bir damla yaş aktı gözümden. Süzüldü yavaşça göz çukurumdan yanaklarıma. Kimse sarılmadı. Kimse sarsılmadı. 
Ama ben ağladım...
Gücüm yettiğince, yettiğince gözyaşım aksın bitsin istedim!
Bitsin istedim bu sonu olmayan yalanlar!
Bitsin!
Bitsin ki; her şeyin ama her şeyin bir sonu olduğunu yeniden hatırlayalım...

...

Keşke yeniden dolaşsa bedenim çocukluğumun bahçesinde, keşke yeniden bir balona sevinse ruhum. Çıkıp çatının en sivri ucuna çözsem iplerini. Onlar süzüldükçe gözyüzüne açsam kollarımı, bir daha hiç kapatmasam!
Bir daha, sanki bir daha olmayacakmış gibi koşsam sana...
Düğümlenmese bacaklarım, kırmasan ya kollarımı, tutsan elimden.
Tutsan bir yanını kırdığın yüreğimden...
...

Şimdi gecenin nefret hali
Şimdi saatlerin ecel ihlali
Ben bilmezdim ki,
Bilmezdim böyle seni...

26.o4.2o11
o3:4o





25 Nisan 2011

Kağıt Kesiği...


'Sen bu sabah yeni bir güne uyanırken;
Çok değil hani, daha düne kadar seni seviyor olacaktım...' 

Ve akacaktın dur daha içime, içime!
Saklayacaktın saçlarımı göğsünde
Kaybolacaktın bir ben, bir sen olup!

Çok değil be adam, çok değil!
Daha düne kadar aklımı kemiren, iliklerime işleyen sesin elbet bir gün buluşacaktı nefesimle
Kalmayacaktı tek düze satırlar da bu ikilem
Düz bir yokuş olup ağır, ağır çıkacaktık seninle
Çok değil!
Çok değil be adam!
Daha düne kadar sevecektim ben seni
Ben olamayı unutup, alabildiğince sana, sen olacaktım
Çok değil, çok!
Daha düne kadar herşeyi silip bir kalemde, aramayıp yazacak satır haykıracaktım bile

'Şimdi sen miladını tamamlayan bir takvim misali, satır satır düştün gözümden yerlere...'

Tenine teri karışan toprak misali
Dünü unutmayı isteyen gün misali
Çok değil hani saniyeler, satırlar, günler misali
Vazgeçtim aşktan...

Şimdi herşey bir kağıt kesiği
İnce, ince işlenen umut misali
Dönüş var mıdır düne? der misali
Vazgeçtim aşktan...


24 Nisan 2011

Birini Sevebilme İhtimali...

Ne zaman dolsam ta şurama kadar, içimden çıkmaz o lanet olası kelimeler! Düğüm olur, ölüm olur, yapışır yakama ecel olur da şuradan, tam şuradan çıkmaz işte. Sonsuz, soyutsuz, somutsuz binlerce kelime...
Akla mantığa sığmayan, sığmayan yere ğöğe, bildiğin, bilmediğin bir düzine.
Sevgi, aşk, küfür, nefret, açlık, tokluk, yokluk!
Yok'luğun...
Var olma olasılığı sıfır bir sevdanın en kıyı köşesine yanaşırken ben, yavaşça öğreniyorum yokluğu. Öyle bildiğin gibi de değil hani. Aç kalmadım, açıkta kalmadım, ayaza durmadı yüzüm, öyle alev alevde yanmadım! Ama susadım...
Sana susadım
Aşka susadım 
Aşık olabilme, birini sevebilme ihtimaline susadım...

Çok denedim senden sonra. Tanıdığım, tanımadığım binlerce suretle karşılaştım. Kimi düz yokuş, kimi ağır bir enkaz. Kimi sana çok yabancı...
Kimi...
Kiminin seninle, benimle yakından uzaktan alakası yok Sevgili'm!
Ama yoruldum...
Hiç koşmadım da üstelik, üstelik kalmadım da kan revan içinde, kanamadı da öyle dizlerim acıya acıya; kanaya kanaya ağlamadım da
Ağlamadım Sevgili'm, hiç ağlamadım senden sonra...
Hani bir ağlasam!
Hani bir ağlayabilsem kapanıp annemin dizlerine, okşasa şaçlarımı 'susma, ağla' diye, hani bir ağlasam sana, bana, bize, hani bir ağlasam Sevgili'm, ahh bir ağlayabilsem yitirdiklerimize...

Şimdi aylardan Nisan...
Şimdi aylardan yitirilen bir bahar...
Şimdi aylardan yokluk, şimdi aylardan sen Sevgili'm;

Beni bensiz, beni evsiz, beni sevgisiz bıraktığın ayların selamı var sana...

1 Mart 2011

Fırtına...

İstanbul soğuk...
İstanbul ayaz...
İstanbul unutulmuş bu günler de...
"Oysa ki ilk cemre düş'müş Sevgili'm."
Öyle diyorlar.
Kim bilir nereye?..

Sahi?..
Sahi, sana uğradı mı bu yıl bahar? Açtın mı tomur, tomur çiçeklerini. Gövdeni saldın mı toprağın altından göğe? Kanattı mı ellerini manolyalar? Kondu mu dallarına o çok sevdiğin martılar? Koptu mu için de sahi fırtınalar?..

"Ahh etmedim!
Etmedim inan,
Dolanmasın boynuna siyah saçlarım..."

Anlıyorum…

Yo! Hayır!
Tamamlıyorum yüreğimin yarım kalan çeyizini. Senin toprağından, benim göğümün cehennemine gidiyorum. Orada umut yok, orada sevgi, orada aşk yok. Orada senli, sensiz günler yok. Tohum yok orada Sevgili’m, ekilmeye yüz tutmuş hiçbir toprak yok!..
Bastığın yerleri ezberliyorum burada, uğramışsın belli.
Efil, efil esiyor kokun ateşlerin içinden.
Derin, derin çekiyorum içime,
İçim sıkılıyor…

Gelecekmiş yaz, öyle diyorlar...
Ha bugün, ha yarın muhakkak uğrarmış.
Selam söyle Sevgili'm senin baharından, benim kışlarıma. Olmadı mektup yaz, olmadı bir el salla...
'Aşka kafi gelir inan, böylesi bir unutulma'

"Yo! Hayır!
Ahh etmedim inan,
Etmedim ahh ayazıma çarpan o sıcak kokuna..."

20 Şubat 2011

Dudakları dudaklarımdan düş'en adam...

Bir adam var düş'üm de...
Dudakları dudaklarıma düş'en, dudakları dudaklarımdan düş'en...
Çok değil...
Zamanın bir kaç adım ötesinde, dudakların dudak izlerim de, terin avuç içlerimdeyken; ben unutuyorum. Ve atıyorum zamanı kaybı olmayan anlara, anılara, anısı kalanlara. Çekip gidiyorum kilometresi bizi boğacak umutlara. Umudu kalmamış topraklara...
Ekimi zor, sürülmesi güç...
Umudu yok, yarını hiç...
Sevdası zor, sevdası hiç!
Hiç edilmiş umutlarımdan yola çıkıyorum. Aynı duraklar, farkı tren garları, aynı olmadığını iddia eden istasyon anıları...
Bir veda sahnesi...
Bir ayrılık hikayesi...
Kandırılmış insanlar, kandırılmaya yüz tutmuş kadınlar...
Adamlar...
Adam olmaya çalışırken, insan olmayı unutanlar...
Bir ana, bir baba, iki evlat...
Bir aşık, bir sevda, bin umut...
Ne varsa ardımda bırakıp atım atıyorum ilk basamaktan son basamağa. Düş'ürüyor beni bu kaygan yollar. Bu yalancı umutlar. Bu hiçten hiçe, hiç olmalar...
Kandırıyor beni yollar. Mimoza çiçekleri. Ve saydam görünüşlü somut insanlar.
Kandırıyor beni an'ılar...
Şimdi bahardan kalma kış olmaya yüz tutmuş umutlarımla, son bir kez açarken toprağın altından sana; sen, ben olmayı unuttun çoktan!
Kızamam. Kırılamam sana...
Dönüp bakamam da ardıma...
Son adımı atmışken son basamağa; İstanbul buradan öyle hoş, öyle mayhoş ki, garipsenecek bir şey yok bunda.
Ben yine aynı ben.
Sen yine aynı sen.
İstanbul yine 'ayrı' İstanbul...

"5.37"

Bir daha asla toparlanamayacağımı sanmıştım..
'Seni unutmaya karar verdiğimde ki "5.37" şiddetinde ki gidişin hala iliklerimi kemiriyor..'
Nitekim bir İstiklal çoğunluyduk seninle..
Arka sokaklarında seni arayan gözlerim, bir damla dumanda kayboluyor işte..
Derince çekiyorum içime.. Alabildiğine sen! Alabildiğine nefret doluyorum yine..

Bir ses duyuyorum uzaktan..
Yine aynı şarkı..
Yine aynı sahne..

"Oysa ki tohumu ekilmemiş bir sevdanın son dizesi olmalıydık seninle
ve darmadağın Bağdat! Anne karnında bin "cen" belkide!.."

Sana sesleniyorum Arwen! Aragorn'a iyi bak..
Onu öp benim yerime!
Saçlarını okşa, tenini tırmala!
Geçir en derinine dudak izlerini!
Emin ol yakmayacak canını bilmem kaç şiddetinde ki bu sevişin!

"Oysa ki dillenmemiş duaların De-Ne-A testleriyken seninle
oysa ki sadece sana açmışken hücresi bozuk kuramlarımı
bir daha asla toplanamayacak olmanın üzüntüsünü yaşıyor damarlarım.."

Son birkez çekmek istiyor içine seni bu şehir..
Kapkara..
Darmaduman..
Alabildiğine kirli.. Alabildiğine özensiz..

Bir şarkı söyle bana yüzünü dudaklarımda taşıdığım adam..
Sadece benim için..

"oysa ki seni unutmaya karar verdiğimde ki bilmem kaç şiddetinde ki gidişin.."

Boşver!

Sen en iyisi
Bir dilek tut benim için!
Ve bir gece apansız bir yıldız kaydığında kalk gökyüzüne bak..
Elini uzat geceye..
Benim dileğim..

Benim dileğim mi ne?..

"Bir yudum sen sadece..."

18 Şubat 2011

Ben senin hangi şarkı olduğunu unut........

Radyoyu açıyorum...
Bir dilek tutuyorum içimden. İçimden yıldızlar kayıyor. Düşüyor sağa, sola.
Topluyorum ardından kalanları.
Vazgeçiyorum...
Sonra bir sigara yakıyorum. Üşüyorum. İçim titriyor ayazında, usul usul ayazından geçiyorum.
Karşılaşıyoruz seninle aynı cadde de, senin sırtık dönük. Tanıyorum taktığın atkıdan. Tanıyorum kokundan. Kokundan geçiyorum. Bir ara dönüp arkama, sen uzaklaştıkça; uzlaşıyorum.
Karışıyorum onca insan arasına.
Aklım hep aynı cadde de...
Bedenimin ağırlaştığını hissediyorum.
Hayat ağırlaşıyor...
Nefes almak, kokunu duymak, adım atmak, orada öylece çakılı kalmak!
Her şey birbirinine karışıyor, sen uzaklaşıyorsun, karışıyorsun onca insan arasına, arasından geçiyorsun düşlerimin, içimde ağırlaşıyorsun...
Bir ara dönüp ardına bakıyorsun.
Öyle...
Bomboş...
Görmüyorsun. Görmek için bakmadığındandır diyorum, birilerine gülümsüyorsun.
İşte o an nefret ediyorum senden!
Sen uzaklaşıyorsun...

15 Şubat 2011

Mucize...

18 Nisan 2o1o...

Tamı tamına 'üç yüz üç' gün geçmiş üzerinden.
Üç yüz üç sensiz gün.
Üç yüz üç ölüm.
Üç yüz üç intihar sahnesi.

Bir zamanlar yılbaşıyla gelen mucizelere inanan bir adam vardı. Şimdiler de inkara sebep, ozamanlardan kalan bir de kalbim. Bir zamanlar ellerim vardı. Ellerine hasret. Bir zamanlar umutlarım vardı...
Nitekim bir İstiklal çoğunluyduk onunla...
Görmeyen gözleri, hissetmeyen bir de kalbi vardı; kime attığı mechul, bana atmadığı kesin.
Bir zamanlar, o zamanlar da kalan bir kız vardı...
Aklı, başından aşmış. Aşmış yükü omuzlarından.
Kaç kere döndü o sokağın başından. Kaç kere seni aradı gözleri bunca insan arasında. Kaç kere sen diye sarıldı umutlarına. Kaç kere öldü. Kaç kere sana dirildi.
Kaç kere 'Sevdi' seni, sen bilmeden.
Görmeden sen.
Hissetmeden.

Kaç kere diledi seni o zamanlar...
O zamanlar...
Bir zamanlar...

Şimdiler de umut yok. Hayal yok. Seni umut etmek yok şimdiler de. Şimdiler de aşk yok. Acı yok. Hasret yok şimdiler de.
Sığınacak hiçbir şey yok.
Kaçıp saklanabileceğim hiçbir yer, hiçbir kaldırım, hiçbir sokak yok. Hepsini kapatmış yüreğin. Hepsine el koymuş düşlerin. Hepsini alıp götürmüş giderken,
Hepsini orada, ortada bırakmış gözlerin...

Ahh gözlerin!

11 Şubat 2011

Burada...

Boğuluyorum Sevgili'm...
Evler büyüyor burada, yollar büyüyor...
Bombalar yağıyor yüreğimin şah damarına
Ana, avrat, bacı kimse ayırmıyor!

Kimse gerçekten sevmiyor burada Sevgili'm...
Aşk, acı, hüzün yok
Umut yok sevda ekilmiş topraklar da!
Sulayan, eken, biçen yok!

Kimse masallar anlatmıyor burada Sevgili'm...
Uyumamı kimse beklemiyor
Kimse dokunmuyor saçlarıma senin gibi
Kimse ama kimse anlamıyor!

Burada ki yollar çıkmaz Sevgili'm...
Her köşe başı isyan kopuyor!
İçki şişelerin de boğuluyor burada insanlar
İnsanlar burada günahkar ölüyor!

Masumiyet yok burada Sevgili'm...
Gözümün daldığı her yere yağmurlar yağıyor
Bir damla acı da boğulurken ben
Bu düzen acıma acı katıyor!

Olmuyor işte görüyorsun Sevgili'm!
Nefes yok burada, aş, hava yok!
Su, aşk yok burada Sevgili'm
Huzur, masumiyet yok!
Burada bana ait bir şey yok yani Sevgili'm

Bırak biz ölelim kimsenin, hatta yağmurun, ayın, güneşin uğramadığı topraklar da;
Burada bizi ekecek ne bir el, ne de tohum yok!..

9 Şubat 2011

Şöhret

Ben senin ne yaptığını bilemem. Nerede, kimle seviştiğini de. Ben senin etrafındakilerle başa çıkamam. Çıkmam da...
Ben seninle savaşamam.
Hem savaşmam da...
Başından belli olan bir malubiyeti kabul edemem. Boyumu aşar. Yaşımı aşar. Başımı aşar. Kalbimi aşar.
Yetişemem. Yetişmem de. Uzanmaya çalışırım ama. Sana elimi uzatırım. Sana tenimi uzatırım. Sana kalbimi uzatırım. Uzun, uzun yazarım sana. Bir otobüs garında, bir çay ocağın da, bir balıkçı lokantasın da... İki duble rakı alırım, yazarım. Bir şişe şarap açarım, yazarım. Bazen yazmak için bahane aramama gerek kalmaz 'öyle işte' der gibi yazarım.
Çoğunluk sevdalardan, tek düze aşklara inerim.
Boyumu aşar bu iğrençlik.
İğrenirim.

Susarım...

...

Bugün günlerden 'Senin haberin yok'. 
Bugün günlerden 'Biz ayrıldık'.
Bugün günlerden 'Siz'.
Bugün günlerden 'Hiç'.

Dün hiç olmadı sevgili(m). Senin dünyadan haberin yok!

Şimdi olmak istediğin yerde, olamayacağın bir hayatı yaşarken; bugün günlerden 'Kimse'siz'...

8 Şubat 2011

Ütopya

Kıyısından döndü hayat.
Yazı yazmayı unutan ellerimden, ençok seni haykıran dillerimden..
Adım attığın o kaldırımdan döndü hayat.

' ÖNCE SAĞA, SONRA SANA BAKTI..'

İnceldiği yerden koptu hayat.
Şimdi içinde biz olmaya özenen arsızlıklarıyla, diline hükmedemeyen üç kuruşluk aklıyla, ütopyasını çözen bir savaş alanıyla; er meydanından döndü hayat...

Hoşça'kal Sevgilim...

Birkaç zaman öncesiydi... Zamanın birkaç adım ötesinde, ellerin ellerimde, dudakların avuç içlerimdeyken; ben unutuyorum...
Hoşçakal Sevgilim...
Hoşçakal teninde terimin kaldığı adam...
Hoşçakal Sevdiğim...
Hoşça... Kal...

Böyle başlıyordu bir veda sahnesi damarlarımızda. Utanarak ve umurak yüzümüz kızarmadan hayattan mutlu olmayı, son kez bile el sallamadan birbirimize vedalaşıyoruz...
Ve böyle kapanıyordu perdeler iliklerimizde, son bir şarap, son yudum, son umut, son istek, son arzu ne varsa birbirine karışıp ayrılıyoruz düşlerimizden! Yüzyüze geldiğimiz birkaç anıdan ibaretti oysa herşey...
Yaşanılası birkaç dakika, umulmadık bir duygu... Hasret...
Ne ara sinmişti üzerime kokun hatırlamıyorum... Ne ara bölüşmüştük içimizdeki kimlikleri, ne ara sen ben olmuştun, ne ara ben sen?
Ne ara kaybetmiştik birbirimizi?
Ve ne ara bulmuştuk...

Zamanın birbirine karıştığı anlardan birindeyim bu gece... İlk defa içki içen biri gibi tek bir yudumda karışıyorum hayallere... Kendini kaybedip, bulmak istemeyen biri kadar aciz, aslında bunu bile beceremeyen biri kadar güçlü... Karışırken kokun odama, karışırken adın, sıfatın suratıma ve karışırken yokluğun varlığınla kesişen anılara, aslında hatırlanacak hiçbir şey yaşamadığımızı anlıyorum.
Birkaç anı dışında...
Anlatılası tek şey yüzümüzün güldüğü birkaç saniyeydi işte...
Birkaç mutlu olduğumuz an...
Gerisi yoktu zaten...
Gerisi anlamsız...
Gerisi saçma sapan!
Gerisi önemsiz...

Gerisi... Sen... Ve... Ben...